- Afetlere Karşı Bilinçli Olmalıyız
- Allah (c.c.) ile Kul Arasındaki Bağ
- Batıl İnanç ve Hurafeler
- Cami ve Hayat
- Din Samimiyettir
- Kudüs İslâm Yurdudur
- Peygamberimizin (s.a.v.) Dilinden Dualar
- Muharrem Ayı ve Aşure Günü
- Teknoloji Bağımlılığı ve Sosyal Medya Ahlakı
- Musibetler Karşısında Müminin Tavrı
- Sorumluluk Sahibi Bir Baba Olabilmek
- Rabbin İçin Kurban Kes
- Tevazu İnsanı Yüceltir
- Her Can Dokunulmazdır
- İnsan, İman ve Hayat
- Dünyevileşmek, Geçici Olana Gönül Vermek
- Tefekkür ile Bir Ömür Geçirmek
- Faizin Toplumsal Zararları
- Allah'a (c.c.) Yakın Olma Çabamız: Namaz
- Kul ve Kamu Hakkı
- Beden Mahremiyeti ve Tesettür
- Cuma Namazı ve Adabı
- Neslin Korunması: Erdemli Bir Nesil, Huzurlu Bir Gelecek
- Mukaddes Bir Yolculuk: Hac
- Camiler Çocuk Dolsun, Ahlakı Kur'an Olsun
- Aile Olmak, Aile Kalmak
- Kadir Gecesi Kur'an ile Şereflenen Gece
- Kardeşliğimiz Zekat ve Fıtır Sadakası ile Bereketlensin
- Peygamberimizin (s.a.v.) Tarifiyle Hayırlı Müslüman
- Beraat Gecesi
- Miraç Gecesi
- Müslüman: Hayırlı Komşudur
- Kur'an ve Sünnet Bir Bütündür
- Bereket Mevsimi: Üç Aylar
- İslam Ahlakının Özü Hayadır
- Tedbir Müminden Takdir Allah'tan
- Allah Temizdir, Temiz Olanı Sever
- Yaşlılara Hürmet, Ömrümüze Bereket
Featured post
e-Devlet Nedir, Ne İşe Yarar?
e-Devlet, kamu yönetiminde bilgi ve iletişim teknolojilerinin kullanımıdır. e-Devlet kavramının idari boyutu kamu kurum ve kuruluşları ve ye...
Dini Sohbetler
Yaşlılara Hürmet, Ömrümüze Bereket
Mekke’nin
fethedildiği gündü. Hasret bitmiş, Sevgili Peygamberimiz (s.a.s) ve güzide ashabı
yıllar önce zorla çıkarıldıkları yurtlarına dönmüşlerdi. Müminler sevinçle
birbirine sarılıyor, böyle bir günü lütfettiği için Allah’a şükrediyorlardı. Resûl-i
Ekrem’in hicret arkadaşı, sâdık dostu Hz. Ebûbekir ise şehre girer girmez
doğruca babasının yanına gitmişti. İslam’ı kabul etmesini çok arzu ettiği
babasını alıp Resûlüllah’ın huzuruna getirdi. Allah Resûlü, yaşlılıktan saçı
sakalı ağarmış, gözleri görmeyen Ebû Kuhâfe’yi
karşısında görünce her zamanki mütevazı, zarif ve hürmetkâr hali ile
şöyle buyurdu: “Bu ihtiyarı evinde bıraksaydın da biz ona gitseydik olmaz
mıydı?”[1]
Hayat, mevsimler gibidir. Baharı,
yazı, sonbaharı, kışı vardır. Hayatın her
dönemi, ayrı özelliklere ve güzelliklere sahiptir. Kul olarak iyi işler yapmak,
ibadet ve taat ile hayata anlam katmak için bu dönemlerin her biri birer
fırsattır. İnsanı kemâle ulaştıran, olgun bir mümin olmanın huzurunu yaşatan en
kıymetli dönem ise yaşlılıktır. Yaşlılık, bedenin yorulduğu ancak ruhun tecrübeyle
yoğrulduğu bir bilgelik dönemidir.
Yaşlılar,
Allah’ın dualarına icabet ettiği, ihsan
ve ikramına mazhar kıldığı kimselerdir. Milli
ve manevi değerlerimizi, kültürümüzü yarınlara taşıyan, geçmişimizle
geleceğimizi birbirine bağlayan en değerli köprülerimizdir. Onlar, yuvalarımızın dayanağı, bereket kaynağıdır.
Ağarmış saçları, bükülmüş belleri toplumumuz için birer rahmet ve
mağfiret vesilesidir. Sağlığının ve geçen yıllarının kıymetini bilen bir yaşlı,
güzel bir insandır. Çünkü Sevgili Peygamberimiz, “İnsanların en hayırlısı
kimdir?” sorusuna cevaben “Ömrü
uzun, ameli güzel olandır”[2] buyurmuştur.
İnsanoğlu, ailesi ve çevresiyle
sürekli irtibat hâlinde olmak, beşerî ilişkilerini sürdürmek ister.
Yaşlılık döneminde bu ihtiyaç ve bağlılık daha da artar. Yaşlıları hayatın
coşkusundan uzaklaştırmak, toplumdan dışlamak onları mutsuzluğa ve yalnızlığa sürükler. Halbuki
saygı gören, hali hatırı sorulan, fikrine danışılan bir yaşlı, kendisini huzurlu
ve güvende hisseder. Yalnızlığın ve terk edilmişliğin sebep olacağı sıkıntı ve
bunalımlardan kurtulur.
Hayatta ilgi, sevgi ve
desteğimizi en çok hak edenlerin başında anne babamız gelir. Resûlüllah (s.a.s),
“Rabbin rızası, anne babanın rızasına, öfkesi de
anne babanın öfkesine bağlıdır”[3]
buyurmuştur. Anne babamıza
göstereceğimiz şefkat ve merhamet, onların huzurlu bir yuvaya en çok ihtiyaç
duyduğu ihtiyarlık çağında ayrı bir önem
taşır. Ömürlerinin bu en hassas döneminde onların yanı başında olmak, ihtiyaçlarını
karşılamak, hayır dualarını almak bize Allah’ın rızasını kazandıracak en önemli
vesilelerdendir.
Bir evladın, yaşlı anne
babasını kimsesiz ve sahipsiz bırakması ise büyük bir vefasızlıktır. Nitekim
Allah Resûlü (s.a.s), yanında annesi ile babasından biri yahut
her ikisi ihtiyarlayıp da onların hoşnutluğunu kazanamadığı için cennete
giremeyen kişi hakkında “Burnu yerde sürtünsün” buyurarak böyle bir
kimsenin nasipsizliğine işaret etmiştir.[4]
Her yaşlıda kendi hayat
serüvenimizi görmek, akıl sahibi olmanın bir gereğidir. Bugünün ihtiyarları
dünün gençleri olduğu gibi, bugünün gençleri de yarının ihtiyarları olacaktır. Rabbimiz
bu gerçeği Kur’ân-ı Kerim’de şöyle dile getirmektedir: “Allah, sizi güçsüz olarak yaratan, sonra güçsüzlüğün ardından bir
güç veren, sonra gücün ardından bir güçsüzlük ve yaşlılık verendir. O
dilediğini yaratır. O hakkıyla bilendir, kudret sahibi olandır.”[5]
O halde, küçükken bizi hayata
hazırlayan yaşlılarımıza biz de bugün ihtimam gösterelim. Hayatlarını kolaylaştırmak
ve tecrübelerinden faydalanmak için üzerimize düşen sorumlulukları yerine
getirelim. Unutmayalım ki, yaşlılarımıza hürmet, ömrümüze bereket katacaktır. Peygamberimiz (s.a.s)’in şu hadis-i şerifiyle bitiriyorum: “Bir genç, ihtiyar bir kimseye yaşından dolayı hürmet ederse, Allah da ona yaşlılığında kendisine hürmet edecek birisini hazırlar.”[6]
[1] İbn Hanbel, VI, 350.
[2] Tirmizî,
Zühd, 21.
[3] Tirmizî, Birr, 3.
[4] Müslim, Birr, 10.
[5] Rûm, 30/54.
[6] Tirmizî, Birr, 75.
Kaynak: http://www2. diyanet.gov.tr/ dinhizmetlerigenelmudurlugu/ sayfalar/hutbelerlistesi.aspx
Allah Temizdir, Temiz Olanı Sever
Peygamber Efendimize Hira mağarasında ilk defa vahiy gelmişti. Yüklenmiş olduğu
vazifenin ağırlığıyla evine dönmüş, can yoldaşı Hz. Hatice’ye “Beni
örtün, beni örtün!” demişti. Hz. Hatice annemiz Resûl-i Ekrem’in
üzerini örtmüş, onu teskin etmeye çalışmış ve güven veren sözler söylemişti.
Bir süre sonra Cenâb-ı Hak şu ayetleri indirdi: “Ey örtüsüne bürünen!
Kalk ve uyar! Sadece Rabbinin büyüklüğünü dile getir. Elbiseni tertemiz tut ve
her türlü pislikten uzak dur.”[1]
Müddessir suresinin bu ilk ayetleri, Sevgili
Peygamberimize hem maddi anlamda giysilerini ve bedenini temiz tutmayı, hem de
manevi anlamda batıl inanışlardan ve günahlardan uzak durarak arınmayı
emretmektedir. Zira müminin temel vasıflarından biri olan temizlik, pak ve
nezih bir bedenin, necasetten arınmış giysilerin yanı sıra huzurlu bir kalbe
sahip olmaktır. Bu yüzden Sevgili Peygamberimiz dış temizlik ile kalpteki iman
arasında bir bağ kurar ve şöyle buyurur: “Temizlik imanın
yarısıdır.”[2]
Temizlenme imkânına sahip olduğu halde, üstü başı kirli,
saçı sakalı bakımsız, evi barkı düzensiz olan kişi, insanların yanında olduğu
gibi Allah’ın katında da makbul değildir. Çünkü Allah’a hakkıyla ibadet ederek
O’nun rızasını kazanmak ancak temizlikle mümkündür. Unutmayalım ki abdest ve
gusül, eşsiz bir temizlik sistemidir ve başta namaz olmak üzere birçok
ibadetimizin ön şartıdır. Beden temizliğine, ağız ve tırnak bakımına özen
göstermek, haftada en az bir defa bilhassa Cuma günü yıkanmak Peygamberimizin
sünnetidir.
Rabbimizin sevgisi, sade, temiz ve takva sahibi
kimseleri kuşatır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “Mescid-i
Dırâr’da asla namaza durma! Daha ilk günden temeli takva üzerine kurulan
mescit, içinde namaz kılmana elbette daha layıktır. Orada temizlenmeyi seven
adamlar vardır. Allah da tertemiz olanları sever.”[3]
Peygamberimiz, bu ayette övülen Kubâ
ehline “Siz nasıl temizleniyorsunuz ki Allah Kur’an’da sizden övgüyle
bahsediyor?” diye sorunca “Biz su kullanarak her türlü kirden
temizlenmeye özen gösteriyoruz.” cevabını almıştır.[4]
Hayatta her
iyiliğin ve güzelliğin başı sağlık, sağlığın başı ise temizliktir. Geçmişte
olduğu gibi bugün de salgın hastalıklar, yeryüzünü dolaşmaya devam ediyor.
Dünyanın dört bir köşesini tehdit eden virüsler, toplu kayıplara sebep oluyor.
Rabbimize şükürler olsun ülkemizde bir vakaya rastlanmadı. Ama kendimizi ve
sevdiklerimizi korumak için hepimize sorumluluk düşüyor.
Çeşitli
virüs salgınlarından etkilenmemek için tedbiri elden bırakmayalım. Temizlik
kurallarına her zamankinden daha fazla riayet edelim. Ellerimizi günde birkaç
defa sabunlu suyla ovalayarak yıkayalım. Ellerimiz kirli iken gözümüze,
burnumuza ve ağzımıza dokunmayalım. Bedenimizin zayıf düşmemesi için bol sıvı
tüketelim. Dengeli beslenelim ve düzenli uyuyalım. Hapşırırken ya da öksürürken
bir mendille, mendil yoksa dirseğimizin içiyle ağzımızı kapayalım. Yaşadığımız
mekânları sık sık havalandıralım. Dinimizin haram kıldığı ve bedenimizi
hastalıklara açık hale getiren sigara, alkol, uyuşturucu ve benzeri zararlı
maddelerden uzak duralım.
Peygamber
Efendimiz, “Hastalıktan önce sağlığın kıymetini bilmeyi”[5] bize tavsiye etmiştir. Bazen
Peygamberimizin bu uyarısını unutuyoruz. Sıhhatli bir bedene sahip olmanın
değerini ancak kaybettikten sonra anlıyoruz. Oysa temiz yaşamak ve sağlığımızı
korumak öncelikle bizim görevimizdir. Tedbir bizden, takdir ise Cenâb-ı
Hak’tandır. Unutmayalım ki Peygamberimiz şöyle buyurur: “Allah
güzeldir, güzel olanı sever; temizdir, temizliği sever; kerem sahibidir;
cömertliği sever.”[6]
Yüce Rabbim,
başta ülkemiz ve İslam beldeleri olmak üzere tüm insanlığı salgın
hastalıklardan, bela ve musibetlerden muhafaza buyursun.
x
[1] Buhârî,
Tefsîr, 74 (1-5); Müddessir, 74/1-5.
[2] Müslim,
Tahâret, 1.
[3] Tevbe,
9/108.
[4] İbn
Kesir, IV, 213-214.
[5] Hâkim,
Müstedrek, IV, 341.
[6] Müslim,
Îmân, 147; Tirmizî, Edeb, 41.
Kaynak: http://www2.diyanet.gov.tr/dinhizmetlerigenelmudurlugu/sayfalar/hutbelerlistesi.aspx
Tedbir Müminden Takdir Allah'tan
En hafifinden en ağırına kadar hastalık dünya imtihanlarından biridir. Tarih boyunca pek çok hastalık Allah’ın yardımı ve insanların gayretli araştırmaları ile tedavi edilmiştir. Bugün dünyanın dört bir köşesine yayılan Koronavirüs’ün de inşallah şifası bulunacaktır. Nitekim Resûl-i Ekrem’in buyurduğu gibi “Allah, indirdiği her hastalığın muhakkak şifasını da vermiştir.”[1] Bizlere düşen ise hastalığa yakalanmamak için tedbiri elden bırakmamaktır.
Özellikle lavabo, abdesthane, kapı kolu ve masa üstleri gibi el temasının yoğun olduğu alanları temiz tutalım. Ellerimizi her zamankinden daha fazla sabunla ve ovalayarak yıkayalım. Kirli ellerimizle ağzımıza, burnumuza ve gözümüze dokunmayalım. Camilerimizde ortak tespihleri kullanmak yerine parmaklarımızla ya da şahsi tespihimizle tesbihatımızı eda edelim.
Şayet yurt dışı seyahatinden dönmüşsek, on dört gün boyunca evimizden dışarı çıkmamaya özen gösterelim. Umre ziyaretinden dönenlerin de bu hususa dikkat etmesini ve ziyaretçi kabul etmemesini sağlayalım.
Bizler samimi ve sıcakkanlı bir milletiz. Dost ve arkadaşlarımızla musafaha eder, tokalaşır ve kucaklaşırız. Elbette bu davranışlar çok güzel ve değerlidir. Ancak bulaşıcı hastalıkların yaygın olduğu bu dönemde böyle uygulamalara ara vermek sorumluluğun ve tedbirin gereğidir. Bilhassa camilerimizde yaygın olan namaz sonrası musafaha uygulamasına ara verelim. Tokalaşmadan belli bir mesafeden birbirimize gönül selamı vererek hal hatır soralım.
Belli bir yaşın üzerinde olanlar Koronavirüs’den daha fazla etkilenmekte ve risk grubunda yer almaktadır. Dolayısıyla bu günlerde yaşlılarımız evlerinde istirahat etmeli ve kalabalık ortamlardan uzak durmalıdır.
Sağlık, Rabbimizin bize emanetidir. Mümine düşen, bu emanete sahip çıkmak, onu korumak için gayret göstermektir. Bu sayede Allah’ın yardımıyla huzura kavuşuruz. Dertlerimize deva, hastalıklarımıza şifa buluruz. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Hz. İbrahim (a.s) Rabbimizi şöyle anlatır: “O, beni yaratan ve bana doğru yolu gösterendir. O, beni yediren ve içirendir. Hastalandığımda bana şifa veren O’dur. Beni öldürecek ve sonra diriltecek olan da yine O’dur.”[2]
Öyleyse yaşadığımız salgın hastalık karşısında hem kendi sağlığımızı hem de çevremizdekileri korumak için tedbirli davranalım. Aksi halde kendi sağlığımız yanında başkalarının sağlığını da tehlikeye atacağımızı, bunun da kul hakkı olacağını unutmayalım.
Elbette Rabbimizin bir takdiri vardır. Mümine düşen ise tedbir almaktır. Mümin her haliyle mutedil ve dengelidir. Meseleyi hafife almadan, abartıp paniğe kapılmadan, soğukkanlılıkla, aklımızı ve bilgimizi kullanarak bu salgınla mücadele etmek hepimizin vazifesidir.
[1] Buhârî, Tıb, 1.
[2] Şuarâ, 26/78-81.
Kaynak: http://www2.diyanet.gov.tr/dinhizmetlerigenelmudurlugu/sayfalar/hutbelerlistesi.aspx
Kaynak: http://www2.diyanet.gov.tr/dinhizmetlerigenelmudurlugu/sayfalar/hutbelerlistesi.aspx
İslam Ahlakının Özü Hayadır
İslâm dini, insanın özünde var olan duyguları, Allah Teâlâ’nın
belirlediği ilkeler doğrultusunda iyiye yönlendirmeyi hedefler. İnsanın fena ve
çirkin olan söz ve fiillerden sakınması, kötülükleri terk edip iyiliklere
sarılması için evrensel ilkeler getirir. İnsanı hem Yüce Yaratan’ın rızasına
yönlendiren hem de toplumsal hayatta ilişkilerini düzenleyen bu ilkelerin
başında vicdan, rahmet ve utanma duygusunu içinde barındıran hayâ gelir.
Hayâ; kişinin
mahremiyet sınırlarını bilmesini sağlayan ve onu hayra yönelten fıtri bir
duygudur. Allah’ın sevdiği bu üstün meziyet, imanın süsü olup insanın mayasında
var olan temel bir vasıftır. Müminleri günahlardan koruyan en etkili kalkandır.
Hayâ duygusu, inanan gönülleri sevgi, saygı ve güvenle doldurur; aşırılıkların
önüne geçerek huzurlu bir toplum oluşturur. Sevgili Peygamberimiz (s.a.s) bir
hadislerinde şöyle buyurur: “Öteden beri insanların
peygamberlerden öğrenegeldiği bir söz vardır: Utanmıyorsan dilediğini yap!”[1]
Kur’an-ı Kerim’de “Onlar ki, namuslarını
muhafaza ederler”[2]
buyuran Yüce Rabbimiz, iffetli
bir hayatı, insanı ebedi kurtuluşa ulaştıracak en değerli vasıflar arasında
sayar. “Mümin erkeklere
söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, iffetlerini korusunlar”[3] emrinin hemen
ardından “Mümin kadınlara da söyle, gözlerini
haramdan sakınsınlar, iffetlerini korusunlar”[4] buyurur. Cenâb-ı
Hak katında erkek-kadın bütün müminler
haramdan uzak durmak ve iffetli olmakla sorumludur.
Toplumların cahiliye
karanlığında ahlâki ve manevi değerleri kaybettiği bir ortamda Peygamber
Efendimiz, insanları ısrarla iffetli bir hayata teşvik etmiştir. Nübüvvetten
sonra da imanın hayâ ile kopmaz bir bağı olduğuna işaret ederek “İslâm
ahlâkının özü hayâdır” [5] buyurmuştur. Allah Resûlü (s.a.s)’in
ifadesiyle “Hayâ, ancak hayır getirir.” [6]
Yüce
Dinimiz İslam, bir yandan iffet ve hayâyı öğütlerken diğer yandan bu erdemleri
çiğneyen zinayı haram kılar. Çünkü İslam’a göre evlilik dışı ve nikâhsız
birliktelik demek olan zina, dinin büyük günah saydığı, aklın yanlış bulduğu ve
ahlâkın çirkin gördüğü bir fiildir. İnsanın fıtratına aykırı davranması, onur
ve haysiyetini zedelemesidir. Zina, değersizlik duygusu yaşatarak şefkat ve
muhabbet bağlarını koparır. İnsanlar arasına güvensizlik, kin ve nefret
tohumları ekerek toplumun manevi ve ahlâki değerlerini kökünden sarsar.
Allah’ın koymuş olduğu bütün emir ve yasakların birçok hikmeti
vardır. İffetli olma emrinin ve zina yasağının en önemli hikmeti ise ailenin
korunmasıdır. Zira evlilik dışı birliktelikler bir yandan aile kurumunun
çöküşüne sebep olurken diğer yandan da temiz nesillerin varlığını tehdit
etmektedir.
Hayâ
ve iffetten mahrum kalmak bir insan için felakettir. Kişiyi Rabbinin rızasından uzaklaştıran, azaba yaklaştıran ve ebedi
hüsrana sürükleyen acı bir durumdur. Bu sebeple İslam, sadece zinayı
değil ona götüren davranışları da yasaklamıştır. Küçük bile görünse, ahlâka
aykırı adımlardan kaçınılmadığı müddetçe harama sürüklenmek mümkündür. Yüce Rabbimiz bizleri şöyle uyarmaktadır: “Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, son
derece çirkin bir iştir ve çok kötü bir yoldur.”[7]
Dinimizin belirlediği
sınırlara uyarak günahlardan titizlikle kaçınalım. Ahlâki yozlaşmaya sebep
olacak en küçük bir yanlışa bile fırsat vermeyelim. Takva elbisesine bürünüp
hayâ ve iffeti kuşanalım. Bu can, bu mal ve bu bedenin bizlere emanet olarak
verildiğini ve bu nimetlerden hesaba çekileceğimizi aklımızdan çıkarmayalım. Dünyanın
aldatıcı renklerine, geçici heveslerine kanmayalım. Vahyin yolundan giden,
imanın gereğini yerine getiren bir müminin izzet sahibi olacağını, hevâ ve
hevesinin peşinden koşanların ise zillete düşeceğini asla unutmayalım.
[1] Buhârî, Edeb, 78.
[2] Mü’minûn, 23/5.
[3] Nûr, 24/30.
[4] Nûr, 24/31.
[5] İbn Mâce, Zühd, 17.
[6] Buhârî, Edeb, 77.
[7] İsrâ, 17/32.
Kaynak: http://www2. diyanet.gov.tr/ dinhizmetlerigenelmudurlugu/ sayfalar/hutbelerlistesi.aspx
Bereket Mevsimi: Üç Aylar
Rahmet ve mağfiret iklimi
olan üç ayların eşiğindeyiz. Bizleri bu mübarek günlere ulaştıran Cenâb-ı
Allah’a hamd ü
senâlar olsun. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Sevgili Peygamberimize salât
ve selam olsun.
Recep, Şaban ve Ramazan’ı
içinde barındıran üç aylar, Regâib gecesiyle başlar. Miraç ve Berat
gecesiyle devam eder. Bin aydan daha hayırlı Kadir gecesiyle zirveye ulaşır.
Birlik ve beraberliğimizi güçlendiren, ülfet ve muhabbetimizi artıran Ramazan
bayramıyla taçlanır. Üç aylar, hasretle yolunu gözlediğimiz, gönül hanemize
konuk ettiğimiz kutlu misafirimizdir. Allah Resûlü (s.a.s), üç ayları
karşılarken şöyle dua etmiştir: “Allah’ım!
Recep ve Şaban aylarını hakkımızda mübarek eyle, bizi Ramazan ayına ulaştır.”[1]
Üç aylar, ilâhî rahmetin
oluk oluk aktığı, manevi huzur ve sükûnun gönüllere indiği kıymetli bir zaman
dilimidir. Bizler bu mübarek vakitlerde ömrümüzün muhasebesini yapar, yaratılış
gayemizi yeniden idrak ederiz. Kulluk ve ibadete, hayır ve hasenata, iyilik ve
güzelliklere her zamankinden daha fazla yönelir, gönül dünyamızı imar ederiz.
Hayatın karmaşası içinde ihmal ettiğimiz görev ve sorumluluklarımızı
hatırlarız.
Önümüzdeki hafta Perşembe
gününü Cuma’ya bağlayan gece feyz ve bereketle dolu Regâib gecesidir. Regâib,
özlenen, rağbet edilen ve değer verilen demektir. Regâib gecesi, üç ayların
müjdecisi, Kur’an ayı Ramazan’ın habercisidir. Bu gece, akıp giden hayatımızda asıl kazancın, Cenâb-ı
Hakk’a yönelmek, kulluk sözümüzü tutmak olduğunu bize hatırlatır.
Yüce Rabbimiz, bir ayet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Allah’a itaatsizlikten sakının. Herkes yarın için ne
hazırladığına baksın! Evet, Allah’a
itaatsizlikten sakının; şüphesiz Allah yapıp ettiklerinizin tamamından
haberdardır.”[2] Bu ilâhî hitaba uygun olarak her mümin, rahmet ve mağfiretle dolu üç
aylarda daha fazla iyilik yapmaya vesile aramalıdır. İyiliğin yolları pek çoktur. Bazen yolunu şaşıran birine yol göstermektir
iyilik. Bazen insanlara eziyet veren bir
şeyi yoldan kaldırmaktır. Bazen de ihtiyaç sahiplerine yardımcı olmak, onlara infakta
bulunmaktır. İnfak ise sadece parayla yapılan bir iyilik değildir. Sevgili
Peygamberimiz (s.a.s), “Her iyilik sadakadır”[3] buyurarak nice infak çeşidine işaret etmiştir. Şifa bekleyen bir
hastanın derdine derman, hastalığına çare olmak da bir infaktır. Dünyevî hiçbir
karşılık beklemeden, hastalarımıza umut ışığı olmak, organ, ilik ve kök hücre
bağışında bulunmak ne asil bir davranıştır! Şüphesiz dinî ve insanî
sorumluluğumuzun gereği olan böylesi davranışlar bereket ve mağfiret iklimi
olan üç aylarda Rabbimizin rızasını bize kazandıracak en önemli amellerdendir.
Nitekim Cenâb-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de “Kim bir canı kurtarırsa, bütün
insanların hayatını kurtarmış gibi olur”[4] buyurur.
Üç aylar, müminlere açılmış bir
fırsat kapısıdır. Bu gün ve geceleri Rabbimizin rızasını kazanmak için vesile
kılalım. Ancak kulluğumuz yalnızca bu gün ve gecelerle sınırlı kalmasın.
Hayatımız boyunca rağbetimiz daima Yüce Mevlâ’ya olsun.
Bu vesile ile necip milletimizin ve bütün İslam âleminin Regâib
Kandili’ni tebrik ediyorum. Üç ayların rahmet, mağfiret ve bereket ikliminin
insanlığın hidayetine, barış ve huzuruna vesile olmasını Yüce Rabbimden niyaz
ediyorum.
[1] Taberânî,
el-Mu’cemü’l-evsat, IV, 189; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 259.
[2] Haşr, 59/18.
[3] Buhârî, Edeb, 33.
[4] Mâide, 5/32.
Kaynak: http://www2. diyanet.gov.tr/ dinhizmetlerigenelmudurlugu/ sayfalar/hutbelerlistesi.aspx
Kur'an ve Sünnet Bir Bütündür
Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: “Kim Allah’a ve Peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah’ın
kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle ve iyi kimselerle
beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!”[1]
Resûl-i Ekrem (s.a.s) şöyle buyuruyor: “Sözün en güzeli Allah’ın
kitabıdır. Rehberliğin en güzeli ise Muhammed’in rehberliğidir.”[2]
İnsanoğluna
karşı çok merhametli olan Rabbimiz, onu dünya hayatında yalnız ve desteksiz
bırakmamıştır. Kullarına doğru yolu göstermek üzere peygamberler göndermiş,
hidayet rehberi kitaplar indirmiştir. İlk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem ile
başlayan peygamberlik vazifesi hâtemü’l-enbiyâ Muhammed Mustafa (s.a.s) ile
sona ermiştir. Hz. Âdem ile başlayan ilâhî mesaj, Peygamberimize indirilen
Kur’an-ı Kerim’le taçlanmıştır.
Kur’an-ı
Kerim, Allah tarafından bütün insanlığa gönderilen son ilâhî hitaptır. Cenâb-ı
Hakkın sözü, kelâmıdır. Okunması ibadet olan Kitâp’tır. Hak ile bâtılı, doğru
ile yanlışı, helal ile haramı birbirinden ayıran Furkân’dır. Ruha ve bedene
şifa, ahlâkî hastalıkları tedavi eden devadır. Dünya ve ahiret mutluluğunun
yollarını gösteren hüdâdır. İnsana yaratılış gayesini hatırlatan Zikir’dir.
Sünnet,
Sevgili Peygamberimizin hayat tarzı, sözleri, fiilleri ve onaylarıdır. Kur’an,
bize imanı ve yalnızca Allah’a kul olmayı emretmiş; sünnet, imanın
hakikatlerini öğretmiştir. Kur’an, bize imanımızın gereği olan ibadetleri
emretmiş; sünnet, bu ibadetleri nasıl yapacağımızı göstermiştir. Kur’an, bize
güzel ahlâkı emretmiş; sünnet ise erdemli bir hayata model olmuştur.
Peygamber
Efendimiz (s.a.s), âlemlerin Rabbinden aldığı vahyi insanlara hem tebliğ etmiş
hem de açıklamıştır. Onun güzide yaşantısı, Allah’ın rızasına uygun yaşayan iyi
bir Müslüman olmak için önümüzdeki en güzel örnektir. Şu geçici dünyada ve
kalıcı ahiret yurdunda huzura ermek istiyorsak, tek çaremiz Peygamberimizin
sünnetine uymak, onun gibi yaşamaya, onun gibi düşünmeye ve onun gibi
davranmaya çalışmaktır. Kur’an-ı Kerim’de bu durum şöyle ifade edilmiştir: “Andolsun, Allah’ın Resûlünde sizin için;
Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için
güzel bir örnek vardır.”[3]
Resûl-i
Ekrem Efendimiz, O’na peygamberlik görevi veren Rabbimizin kontrolü altında
yaşamış, bir insan olarak kimi zaman en küçük bir hata işlediğinde bile
Rabbimiz tarafından hemen uyarılmıştır. Kur’an’ın ifadesiyle Peygamberimiz
(s.a.s) asla heva ve hevesine göre konuşmamış, vahye uymuştur.[4]
Ashâb-ı kirâm onun mübarek sözlerini ve davranışlarını büyük bir dikkatle
izlemiş ve derin bir hassasiyetle genç kuşaklara aktarmıştır.
Kur’an
ve sünnet ayrılmaz bir bütündür. Dinimizin esasını teşkil eden Kur’an’ı,
Peygamberimizin sünnetinden ayrı düşünmek imkânsızdır. Kur’an ile sünnet
arasına mesafe koymak, “Kur’an bize yeter” diyerek sünnetin dindeki yerini
hafife almak, Peygamberimizden bize ulaşan sahih bilgi hakkında şüphe
uyandırmak, iyi niyetten uzak büyük bir vebaldir. Zira Kur’an’a iman eden
Müslüman toplumların geleneği sünnet ile yoğrulmuş, İslam medeniyetinin temelleri
Kur’an ve sünnet üzerine kurulmuştur. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.s) Veda
Hutbesi’nde şöyle buyurmuştur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı
sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve
Peygamberinin sünnetidir.”[5]
O
halde Yüce Kitabımız Kur’an’a sımsıkı sarılalım ve onun emri üzerine Sevgili
Peygamberimizin sünnetine uyalım. Dinimizi en doğru şekilde öğrenme ve yaşama
konusunda Kur’an’ın rehberliğinden ve sünnetin izinden ayrılmayalım. Kur’an ve
sünneti birbirinden ayırarak din istismarına kapı aralayanlara, şöhret ve çıkar
devşirmeye çalışanlara karşı uyanık olalım. Sünneti bugünlere taşıyan hadis
külliyatımızın güvenilir olmadığını iddia eden bir zihniyete asla itibar
etmeyelim. Sahih sünneti Peygamberimize ait olmayan sözler ve hurafelerle
istismar edenlere karşı da uyanık olalım. Allah’ın kitabı Kur’an’la,
Peygamberimizin nezih sünnetiyle hayatını şekillendiren evlatlar yetiştirmek
için gayret sarf edelim.
[1] Nisâ, 4/69.
[2] Nesâî, Îdeyn, 22.
[3] Ahzâb, 33/21.
[4] Necm, 53/3-4.
[5]
Muvatta’, Kader, 3.
Kaynak: http://www2. diyanet.gov.tr/ dinhizmetlerigenelmudurlugu/ sayfalar/hutbelerlistesi.aspx
Müslüman: Hayırlı Komşudur
Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Allah’a kulluk edin ve O’na hiçbir şeyi
ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya,
uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara iyi
davranın. Allah kendini beğenen ve böbürlenip duran kimseyi asla sevmez.”[1]
Resûl-i
Ekrem (s.a.s) şöyle buyuruyor: “Allah katında komşuların en hayırlısı,
komşusuna en güzel davranandır.”[2]
Komşuluk, sosyal hayatımızın ayrılmaz bir parçasıdır.
Komşularımız, her gün karşılaştığımız, huzur ve güven veren selamına
alıştığımız, ihtiyaç duyduğumuzda yanı başımızda bulduğumuz insanlardır.
Köyümüzün, mahallemizin, ilçemizin, şehrimizin ve ülkemizin de komşuları
vardır. Her türlü komşuluk ilişkisinde esas olan ise, hakkaniyet, nezaket,
saygı ve merhamettir. Ahlakî erdemlere sahip, insanî değerlere saygılı,
komşusunun şeref ve haysiyetini koruyan bir komşu, dünya hayatının en büyük
nimetlerinden birisidir.
Komşuların birbiri üzerinde öyle çok hakkı vardır ki, Sevgili
Peygamberimiz “Cebrâil, bana komşu
hakkından o kadar çok bahsetti ki, neredeyse komşuyu komşuya mirasçı yapacak
zannettim”[3] buyurur. Komşuya iyilik yapmak ve
güzel davranmak, Peygamberimizin ifadesiyle, mümin olmanın gereğidir.[4]
Mümin,
imanından aldığı olgunlukla, komşusunu yalnız ve yardımsız bırakmaz. Maddi ya
da manevi her türlü ihtiyacında komşusuna destek olur. Öyle ki, mümin bir
kadın, yemek yaparken bile çorbanın suyunu biraz fazla koyarak komşusunu
gözetmenin Peygamber tavsiyesi olduğunu bilir. Acı tatlı gününü paylaşmak,
hastalandığında ziyaret edip, öldüğünde cenazesinde bulunmak, aile fertlerine
sahip çıkmak her müminin komşuluk vazifesidir.
Ne hazin bir durumdur ki, günümüzde aynı apartmanın çatısı altında
yaşayan, akşam olunca aynı duvara sırtını yaslayan nice komşu, birbirini
tanımamaktadır. Komşular birbirlerinden bir selamı bile esirgemekte, yaşanan
acılar günlerce sonra duyulmakta, sevinçler dört duvar arasında kalmaktadır.
Günümüz insanı, dünya telaşı içinde koşarken ruhunu ve gönlünü ihmal etmekte,
dertlerine derman olabilecek komşuluk ilişkilerini gözden kaçırmaktadır.
Komşuluğun zayıflamasıyla birlikte, maalesef birbirimizi tanıma, anlama, hoş
görme, affetme gibi güzel vasıflarımız da kaybolmaktadır.
Geliniz bu Cuma vakti, müminler olarak komşuluk ahlakına ve
hukukuna ne derece riayet ettiğimizin muhasebesini yapalım. Komşularımıza sıcak
ve samimi bir selam verip, çocukların hatırını sormayı, gençlere güler yüz
göstermeyi ihmal etmeyelim. Komşularımızın kederine ve sevincine ortak olalım. “Komşusunun,
şerrinden emin olmadığı kimse cennete giremez”[5] buyuran
Peygamber Efendimizin ne kadar ciddi bir uyarıda bulunduğuna dikkat kesilelim.
Elimizden ve dilimizden komşularımızın zarar görmemesi için azami derecede
hassasiyet gösterelim. Peygamberimizin
“Komşusu açken tok yatan kimse hakkıyla iman etmiş sayılmaz”[6]
hadisini mihenk kabul edelim. En son hangi komşumuzu ziyaret ettik ya da hangi
komşumuzu evimizde ağırladık? Kendimize soralım.
Komşularla iyi ilişkiler kurmak, tıpkı ibadet etmek gibi,
imanımızın gereğidir. Komşuluk ilişkilerimizde sevgi, saygı, yardımlaşma ve
dayanışma duygusunu hâkim kılmak, ahlakımızın gereğidir.
Kendimiz için
iyilik adına ne istiyorsak komşumuz için de onu isteyelim. Kendimize
yapılmasını arzu etmediğimiz kötülükten komşumuzu da muhafaza edelim.
Bedenlerimizle birlikte kalplerimiz de komşu olsun.
[1] Nisâ, 4/36.
[2] Dârimî, Siyer, 3; Tirmizî, Birr, 28.
[3] Tirmizî, Birr, 28.
[4] İbn Mâce, Zühd, 24; Tirmizî, Zühd, 2.
[5] Müslim, Îmân, 73.
[6] Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, X, 7.
Kaynak: http://www2. diyanet.gov.tr/ dinhizmetlerigenelmudurlugu/ sayfalar/hutbelerlistesi.aspx
Miraç Gecesi
Tarihin her
döneminde olduğu gibi Mekkeli müşrikler de İslam davetini engellemek için işkence
ve eziyette sınır tanımamış, Müslümanlara karşı sosyal ve ekonomik boykot uygulamıştı.
Tam boykot sona ermişti ki, bu sefer de
Peygamber Efendimiz (s.a.s), kendisini daima himaye eden amcası Ebu Talib’i ve
en sıkıntılı zamanlarında destekçisi olan sevgili eşi Hz. Hatice annemizi
kaybetti. Peygamberimizin himayesiz kaldığını düşünen müşrikler, O’na reva
gördükleri eza ve cefayı daha da artırdı. Bir çıkış yolu arayan Allah
Resûlü (s.a.s) İslam’ı tebliğ etmek için Taif’e gitti. Ancak orada da hakaretlere
maruz kaldı. Hatta taşlandı ve mübarek ayakları kan revan içinde kaldı. İşte teselliye
en çok muhtaç olduğu böyle bir zamanda Cenâb-ı Hak, Habibi’ni himaye ederek O’na
İsrâ ve Miraç mucizesini lütfetti.
Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu
Mescid-i Harâm’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah
noksan sıfatlardan münezzehtir. Hiç şüphesiz o, hakkıyla işitendir, hakkıyla
görendir.”[1]
İsrâ, Sevgili
Peygamberimizin bir gece, Mekke’deki Mescid-i Harâm’dan Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya
yolculuğudur. Miraç ise Mescid-i Aksâ’dan en yüce makama kabulünün adıdır.
Allah Resûlü (s.a.s), Miraç’tan ümmetine üç büyük hediyeyle dönmüştür.[2] Bu
hediyelerin birincisi Peygamberimizin “Gözümün nuru”[3]
dediği beş vakit namazdır. Namaz, Allah’la kul
arasındaki güçlü iman bağının tezahürüdür. Namaz, yönünü kıbleye dönen, alnını
secdeye koyan müminin manevi yükselişidir. Namaz sadece şekilden ibaret
değildir. Aksine namaz, bedenen olduğu kadar zihnen ve kalben de insanı kuşatan
bir ibadettir. Namaz kılan insan aynı zamanda güzel ahlaklı, dürüst, mütevazı,
merhametli, adil olması beklenen insandır. İşte bu yüzden âyet-i kerimede “Muhakkak
ki, namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar”[4] buyurulmuştur.
Mirac’ın bir diğer hediyesi “Âmenerresûlü”
olarak bildiğimiz ve her gün yatsı namazından sonra okuduğumuz Bakara Sûresi’nin
son iki âyetidir. Bu âyet-i kerimeler bize iman esaslarını, kulluk şuurunu ve sorumluluk
bilincini hatırlatır. Dünyada yapıp ettiğimiz her şeyin bir hesabı olduğunu
bildirir. Rabbimize içtenlikle nasıl dua ve yakarışta bulunacağımızı öğretir.
Mirac’ın son hediyesi ise ümmet-i Muhammed’den Allah’a ortak
koşmayanların günahlarının bağışlanacağı ve sonunda cennete girecekleri
müjdesidir.
Miracın yüreğimizde
kanayan emaneti ise Kudüs ve Mescid-i Aksâ’dır. Asırlar boyunca Müslümanların
idaresi altında “barış ve selamet yurdu” olarak anılan Kudüs, bugün işgalin,
zulmün, şiddetin ve acının toprağı haline getirilmiştir. İbadet özgürlüğünü
hiçe sayanlar, mabet dokunulmazlığını ihlal edenler, bir yandan müminlerin
Mescid-i Aksâ’da ibadet etmesine engel olmakta, diğer yandan bir cuma vakti
Yeni Zelanda’da camide ibadet eden masum Müslümanları hunharca katletmektedir.
Unutulmamalıdır ki hiçbir zorbalık,
Müslümanların Kudüs’te, Mescid-i Aksâ’da, bütün yeryüzü camilerinde birlik ve
huzur içinde ibadet etmelerine engel olamayacaktır. Huzura, barışa ve umuda
kasteden zalimler kendi yaktıkları ateşin kurbanı olacaklardır. Nitekim Cenâb-ı
Hak, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın mescidlerinde O’nun
adının anılmasına engel olan ve onların harap olması için çalışandan daha zalim
kim olabilir? Aslında bunların oralara ancak korka korka girmeleri gerekir.
Böyleleri için dünyada rezillik, âhirette de büyük bir azap vardır.”[5]
Miraç gecesi zihinlerimizde berraklığa, kalplerimizde ferahlığa,
hayatımızda huzura vesile olsun. Allah’tan gelen namaz davetine yürekten icabet
edip omuz omuza kıyama duralım. Miracın bereketiyle secdeye varalım. İmanın
onurunu, kul olmanın sorumluluğunu bir kez daha hatırlayalım. Kudüs ve Mescid-i
Aksâ’nın özgür olduğu Miraç gecelerine kavuşmak için umudumuzu ve duamızı eksik
etmeyelim.
[1] İsrâ, 17/1.
[2] Müslim, Îmân, 279.
[3] Nesâî, Işratü’n-nisâ’, 1.
[4] Ankebût, 29/45.
[5] Bakara, 2/114.
Kaynak: http://www2. diyanet.gov.tr/ dinhizmetlerigenelmudurlugu/ sayfalar/hutbelerlistesi.aspx
Beraat Gecesi
Yüce Allah’ın
kullarına lütfettiği en büyük nimetlerden biri zamandır. Zaman, insanın hayat
hikayesini bütünüyle kuşatan bir imkân ve fırsat alanıdır. Bu sebeple, her ânı
kıymetli ve değerlendirilmeye layık eşsiz bir sermayedir. Vaktinin kıymetini
bilip onu boşa harcamayanlar, hayatının her safhasında Allah’ın rızasını
gözetip Resûlüllah’ın rehberliğine tabi olanlar, Rabbimizin ikramına mazhar
olacaktır. Zamanı boşa
geçirmek ise bir insan için en büyük ziyan, en büyük hüsrandır.
Yılın
hangi ayı, hangi günü ve hangi saati olursa olsun kulluk bilinciyle geçirilen
her ânımız değerlidir. Fakat bazı vakitler
vardır ki ilâhi lütuf zamanları olarak bahşedilmiş, duaların kabulüne ve
günahların affına vesile kılınmıştır. Bu zaman dilimleri Allah’ın insanlara
olan sonsuz rahmetinin bir eseridir. İşte böylesine kıymetli zamanlardan biri
de bu akşam idrak edeceğimiz Berât gecesidir.
Üç aylar, bizi hem
ruhen hem bedenen Ramazan’a hazırlamaktadır. Bu ayların başı olan Recep ayı, Regâib
ve Miraç geceleriyle bereketlenir. Ortası olan Şâban ayı ise Berât gecesiyle
af ve mağfirete açılır. Allah Resûlü
(s.a.s) Berât gecesinde yapılacak ibadetin, dua ve niyazın affedilmemize vesile
olacağını bizlere şöyle müjdelemiştir: “Şâban ayının on
beşinci gününü oruçlu geçirin. Gecesinde ise ibadete kalkın. Çünkü o gece güneş
batınca Allah Teala en yakın semaya tecelli ederek fecir doğuncaya kadar: ‘Bağışlanma dileyen yok mu, onu
bağışlayayım! Rızık isteyen yok mu, ona rızık vereyim! Musibete uğrayan yok mu,
ona afiyet vereyim...’ buyurur.”[1]
Berât gecesi, kalbimizin en derin yerinden
Rahmân’a doğru bir yol açma vaktidir. Berât gecesi, tövbe etmenin, Rabbimize
yönelip rahmet ve mağfiret dilemenin tam vaktidir.
Bu mübarek geceyi değerlendirmenin en
temel şartı; hayatın karmaşasından biraz olsun kendimizi kurtarıp kulluğumuzu
sorgulamaktır. Ne ile meşgulüm, hangi uğurda yaşıyorum, niyetlerim ve amellerim
beni nereye götürüyor diye kendimize sormaktır. İç dünyamıza dönmek,
geçmişimizin muhasebesini yapmak, tefekkür etmektir. Rabbimize itaatkâr bir kul
ve iyi bir insan olmaya söz vermektir. Nefsimizin esaretinden kurtulmak, hata
ve günahlarımızdan pişmanlık duymaktır. İşte o zaman bu gece bizim için gerçek
manada bir fırsata dönüşecek ve kurtuluş beratımız olacaktır. Nitekim Kur’an-ı
Kerim’de Cenâb-ı Hak Peygamberimize hitaben şöyle buyurmaktadır: “Ayetlerimize inananlar sana geldiğinde
onlara de ki: ‘Selam size! Rabbiniz merhamet etmeyi bir lütuf olarak kendine
yazdı. Gerçek şu ki, sizden kim bilmeyerek bir kötülük yapar da ardından tövbe
edip kendisini düzeltirse, bilsin ki Allah çok bağışlayan, çok merhamet
edendir.’”[2]
Ebedi hayatta kurtuluş beratını alabilmek
için bu gecenin feyzinden ve bereketinden istifade edelim. Her nefes alıp
verişimizde Allah’ın rızasını gözetelim. Ömrümüzü Kur’an ve sünnet ölçüsüne
göre şekillendirelim. Unutmayalım ki, kulluk şuuruyla geçirilmeyen her ânımız
bize zarar ve ziyan olarak geri dönecektir.
Bu
vesileyle Berât gecenizi tebrik ediyorum. Bu mübarek gecenin aziz milletimize,
İslam âlemine ve bütün insanlığa hayırlar getirmesini Cenâb-ı Hak’tan niyaz ediyorum.
[1] İbn Mâce, İkâmet, 191.
[2] En’âm 6/54.
Kaynak: http://www2. diyanet.gov.tr/ dinhizmetlerigenelmudurlugu/ sayfalar/hutbelerlistesi.aspx
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)